20 Aralık 2009 Pazar

Bir Yıldız Kaydı

Dün o konuşurken ve ben konuşurken, ona anlatmak istedim. Aslında söylemek istediklerimin altında çok daha farklı bir şeyler olduğunu anlamasını istedim. "Sen yoktun yanımda; ama o vardı, ikiniz de yoktunuz yalnızdım ben." demek istedim. Arkadaşımı ona karşı savunurken ve bunları hak etmediğini söylerken aslında söylemek istediğim hak ettiğiydi. Ama kendisinin de en az onun kadar içimde geçen sözleri hak ettiğini söylemek istedim. Ve o anda sadece ona odaklandım. Karşımda konuşan adamın hak ettiklerine odaklandım ve söylemek istediklerimin öfkesi tamamen farklı bir konuda açığa çıktı. Öfkelendim; ama öfkem o duruma değildi. Benim beynimdeki durumaydı. Ona son birkaç aydır gerçekten nasıl olduğumu hiç öğrenmek isteyip istemediğini sormak istedim. Onu dinlemekten rahatsız olmadığımı biliyordu; ama bir an durup bir konuşmayı başlatırken benim de o anki ruh halimin onunkindan farksız olduğunu anlayıp anlamadığını öğrenmek istedim. Ona "Evet, bir sürü arkadaşım vardı; ama ben yalnızdım. Evet yanımdaydın, ama ben yalnızdım." demek istedim ve işte buna öfkelendim. Dünyaya öfkelendim. Gökyüzündeki yıldızlarıma öfkelendim. Orada durdukları halde hiçbir işe yaramamalarına öfkelendim. Bir yıldızıma özellikle öfkelendim ve dün gece o yıldız kaydı.

1 Kasım 2009 Pazar

Ö...

Ölüm en son çevremden birine uğradığında dokuz yaşındaydım ve senede bir iki defa gördüğüm yatalak dedemin cenazesine bile gidememiştim. O zaman annemin üzerine gitmem "Öldü değil mi?" diye sormam üzerine bana gözyaşları ile verilen cevap insanların bana birinin öldüğünü söyleyemediği gerçeği hakkında bir şey uyandırmamıştı kafamda. İki gün önce anneannem yatağımın önünde yüzüstü yatarak inlemeye başladığında hissettiğim çaresizlik kadar kuvvetli hiçbir şey hissetmedim hayatımda. Ölümün varlığından haberdar olmak ölümü kabullenmiş olmak değilmiş. Son bir yıldır doğru düzgün yürüyemese de o eski beni anaokulundan alıp parka götüren kadın olmasa da ben hiç ihtimal vermemişim meğer seksen yaşındaki gerçekten sağlıksız anneannemin ölebileceğine. Bu defalarca konuşulduğu halde, her an ölebileceğinin farkında olduğumu düşündüğüm halde meğer ben hala onu doğduğum günden beri yanımdaki oda da yatan ve kabus gördüğümde yanında yatacağım beni telkin edecek kişi olarak görmüşüm. Ambulans annemle birlikte götürdüğünde onu boş evde hıçkırıklara boğulduğumda bile eve daha kötü dönmemesi için dua etmişim, ölmemesi için değil. O gün annemin yengesi arayıp da başsağlığı dilediğinde hastaneden dönmeyen annemlerin boşluğunu doldurmak için yanımda olan babam - benim güçlü babam- bile söyleyemedi öldüğünü. "Bilmiyordur. Kendi kendine konuşuyordur. Haberimiz olurdu." dedi de "Evet anneannen öldü." diyemedi. O değil de telefonu kapatıp gerçeğe kendimi inandırmaya başlamışken "Emin misin?" diye sorduğumda "Eminim." diye rol yaptı ya. Fark ettim ki hayatım boyunca kimse bana birinin öldüğünü söyleyemeyecek. Fark ettim ki Başak Ablam bana sarılacak, annem göğsümde hıçkırıklara boğulacak, her şeyi tak tak söyleyen dayım bile boş boş bakacak ben ancak o zaman anlayacağım öldüğünü. 30 Ekim 2009'da ben anneannemi kaybettim. Kendimi bildim bileli o şehirden bu şehire benimle gelen bazı yıllar annemden çok gördüğüm anneannemi ben kaybettim. Kimse bana anneannen öldü demedi. Kimse bu cümleyi kuramadığı için ben dün sabah o morgun önünde beklerken hala yaşıyor olabileceği düşüncesini beynimden uzaklaştıramadım. Kucağımda eski yemenisini ve hırkasını tutarken hala şuradan geçebileceği düşüncesini beynimden uzaklaştıramıyorum. Ama o gün ölümün kokusunu aldığımı biliyorum. O gün annemin ensesinde ölümün kokusunu aldığımı biliyorum ve hüznün ve kederin... Ve biliyorum ki anneannem öldü. Sadece hala bunu hissedemiyorum.

30 Ekim 2009 Cuma

Hani bunlar sadece filmlerde olurdu bizim başımıza gelmezdi ya, gelirmiş. Hani yaşarken ölebilirdi de insan gerçekten benim çevremde kimse ölmezdi, ölüm gerçek değildi ya, gerçekmiş.

29 Eylül 2009 Salı

Bugüne kadar bunu hiç sorguladım mı emin değilim ama bugün sorguladım ve bugün bir cevap bulduğum. Aramadığım ve aslında ulaşmak istemediğim bir cevap. Kaç arkadaşım var, ne kadar sosyalim bu sorularla ilgili değildim. Hala değilim. En azından öyle olduğunu iddia ediyorum. Hiç bir arkadaşa ihtiyaç duymadım. İhtiyacım olan çoğu zaman benimleydi. Arkadaşlıkalrım çoğu sorumluluk gerektirmiyordu. Ama kendimi bildiğim bileli başıma gelen bir şey var: Sorgulamaya başladığım an hiçbir şey doğru gelmez. Asosyal çatlağın tekiyim ben. Doğal yollardan arkadaş edinemeyecek kadar asosyalim. Hayatım yeni bir süzen krumakla geçti; ama ne zaman yeni bir ortam edinsem yeni olan yalnızca ben olurdum. Dolayısıyla ilgi çekiciydim, merak uyandırıcıydım. Şimdi ise değilim. Şimdi herkes yeni ve anlaşılan benim yeni olmak dışında pek bir olayım yokmuş. Bu bazen can sıkıcı olabiliyor. Teneffüslerde yaptığım tek şey kitap okumak olabiliyor. Şimdiye kadar bununla bir sorunum olduğunu düşünmemiştim. Sanırım varmış. Daha komik olan bununla ilgili ne hissettiğimden emin değilim. Evet bunu rahatsız edici buluyorum ama aynı zamanda sıraların üzerine oturup anlamsız bin tane konuyu on dakika içinde konuşmanın rahatsız edici olduğunu düşünen de ben değil miydim? Yanımda olmasını istediğim insanların tamamı uzağımda. Bazen orada olduklarını hissetmek zor oluyor. Yakınında başka birini görmek de istiyorsun; ama bildiğim bir şey daha var. Her istediğin olmuyor, hayat adil değil. Basit bir kural bu. Belki de bu yüzden bugün dolmuştan indiğimde daldan dala atlayan aklım gelip bu kurala takılıyor. Asosyalitemi bıraktım ve adil olmayan hayata takılıyor. Ben de bir an olsun bırakmayı deniyorum. Sadece bırakmayı ve karşıdan karşıya geçerken kendimi öylece yola atıyorum. Bir araba gelirse öyle olması gerektiğine inanıyorum. Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyorum. Bir yandan yolu kontrol etme içgüdüme karşı koymak mı, yoksa hayatımı öylece yola serivermek mi? Bilmiyorum!

12 Eylül 2009 Cumartesi

İnanç

"Sevgi ve bağlılık değiştirebilir." Buna şu anda o kadar çok inanıyorum ki. Dikkat edin "Sevgi ve bağlılık her şeyi değiştirebilir." değil cümle, değiştirebilir. Safça bir inanç değil bu gerçek. Bir ay önce hayata ve inandığım her şeye olan güvenimi kaybettim. İnançsız, güvenemeyen ve ruhsuz biri oldum. Bu hayatımın bu dönemine kadar sorguladığım bir şey değildi. Bana mantıklı gelmiş olan her şeye inandığımı düşünürdüm. İnanç çok farklı bir şeymiş. Sana mantıklı gelmesi ona inandığın anlamına gelmiyormuş. Bunların farkına varmamla -az önce de belirttiğim gibi- bir ay önce farklı bir hal aldım. Bu sabah kalktığımda da aynen o haldeydim. Hayattan bir beklentisi kalmamış ve artık hiçbir şeye inanmayan biriydim. Sevginin gücüne inanırdım, bundan emin değildim. Dostluğun gücüne inanırdım, bundan emin değildim. Bu sabah son bir aydır uyandığım diğer sabahlar gibi benim için bir felaketti. Yaşamak için bir nedeni olmadığını düşünmek, hayatın zor olduğunu düşünen birinin işine yaramıyormuş. Bu sabah kalktığımda iki gün öncesinden yapılmış bir planım var. Bu planın beni bir süre için neşelendireceğini bildiğim için yapılmıştı ve ben de bu yüzden uykulu gözlerle banyoya girmiş, anneme eski bir arkadaşını aratmış, televizyon tüm akşam "Sel geliyor." diye bağırdığı halde evimden kilometrelerce uzak bir yere gitmiştim. İçimde hala bir umut beslediğimin farkında değildim; çünkü farkındalığımı da kaybetmiştim. Üzerimi giyindim, ıslak saçlarımı topladım ve buluşacağım kişiye mesaj attım. Beni buluşma yerine götürecek olan arabaya bindim, umutsuz olduğumu düşünerek. Yolda arkadaşımı arayıp yol tarifi istedim, artık inançsız olduğumu düşünerek. Düşündüğüm gibi oldu. Onu orada beni beklerken gördüm ve keyfim yerine geldi. Hala inançsız ve umutsuz olduğumu düşünmem dışında her şey iyiydi. İki arkadaştan yükselen kahkahalar, Bun'daki kadının yoğun çabası, hiçbir şey almadan çıkınca yaptığı surat... Hepsi çok da neşelendirici şeylerdi. Evet, ben de neşelenmiştim zaten; ama bu hayatımı değiştiren hamle değildi. Kasadaki adam tahlidimi yaptı, güldük. Teras kısmında oturup bir şeyler içtik. Sonra hediyelerimizi yüklenip doğum günü kızının dershanesine yollandık. Elimizde paketlerimiz açık balkon kapısının önünde oturan ve dışardan görülen arkadaşımıza bakıp bakıp güldük. Neşelendim. Sonra bir heyecan bastı. Ne yapacak? Ne diyecek? İçeri girdik dersin bitimine kaç dakika kaldığını öğrendik. Bendeki heyecan yükseldi ve zil çaldı. Adını duyan arkadaşım kafasını çevirdi. Önce gözleri açıldı. Beni görünce iyice açıldı. Sonrası koşa koşa aşağı inme, kucaklaşma. O sırada Tuba'ya baktım. Mutlu olduğunu gördüm ve mutlu oldum. Neşelenmedim, mutlu oldum! Bir derse daha gireceğini söyledi teneffüs bitiminde. Son iki dersini asma sözü verdi ve biz de yollandık geldiğimiz yere. Ben mutluydum. Yemek yemek, sohbet etmek, geyik, tartışılan ciddi konular derken, bir baktım ben bu sefer son bir aydır hiçbir sohbetin içinde olmadığım kadar içindeyim bu sohbetin. Mutlu olmamı sağlayan iki arkadaşıma baktım ve gülümsedim. Ayrılık vakti geldiğinde ben hala gülümsüyordum; çünkü mutluluk kalıcıdır. Şimdi öğlen çözdüğümüzü sandığımız sorunu hala çözemediğimiz ortaya çıkmışken, ben  bu sorun doğmadan önce olduğumdan daha mutluyum. Çünkü bugün dostlarım beni bir şeye inandırdı: Birlikte olduğumuz sürece üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yok ve biz buna inandığımız sürece her şey elbet yoluna girer.

İyi ki varsın Tuba, iyi ki doğdun...
İkiniz de iyi ki varsınız canlarım.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Dramatize

Birçok açıdan dramatik bir hayatım var, farkındayım bunun. Kimsenin yaşamadığı çok olağanüstü, dehşet verici şeyler yaşamış değilim. Birçok insanda görülebilecek birçok olayın birikimi ve bol miktarda şanssızlıktan ibaret benim kötü bahtım. Ve bir de kaçtığım şeylerin peşimden gelmesi. bunları çoğu zaman insanlara anlatmaktan hoşlanmam; ama gerçekten dinleyebilecek birini bulduğumda da hiç kaçırmam. Benim zayıf noktam bu. Eğer bana karşı düşünceli ve yardımsever yaklaşırsanız hemen anlatabilirim tüm bu olanları. Sorun burada değil. Bunları anlatırken dramatize ederim bir de. Bu bilinçli bir hareket değil; çünkü zaten her şeyi beynimde de dramatize ediyorum. Ufak bir şanssızlığı on dakika içinde büyük bir trajediye dönüştürebilirim kafamda ve bunu başkalarına anlatırken de yaparım. Olanları abartmam, hissettiklerimi abartmam; ama karşımdakinin bunun dünyadaki en büyük felaket olduğuna inanmasını sağlayabilirim. Belki de sağlayamıyorumdur, insanlar deli olduğumu düşündükleri için kafa sallıyorlardır bana bilmiyorum. Bu tamamen benimle ilgili. İnsanlara bu şekilde anlatırım; çünkü böyle olduğuna inanırım. Çoğu zaman bu böyledir. Gözlerimi kapatır ve kaderime lanet ederim. Aynı durum iyi şeyler için de geçerli olsaydı şikayet etmezdim bundan. Ama sistem başıma gelen iyi bir şey olduğunda tersine işliyor. Olumlu şeylerin tüm olumsuzluklarını çıkarıveriyorum ortaya. Hayır, sorun bu da değil. Bazen bunun yerine yaşadıklarını abartan yalancının teki olsaydım diyorum; çünkü çok daha kolay olurdu. En azından bunu yaparken eğlenirdim, acı çekmezdim; ama ben kendim inanıyorum zaten en başta bunun bir felaket olduğuna. Can sıkıcı ve karmaşık bir sürü şema çiziyorum kafamda. Birkaç dakika içinde tüm dünya benden nefret ediyor ve evrendeki gelmiş geçmiş en kötü kadere sahip oluveriyorum. Biraz sakinleşip uzaktan baktığımda, aradan biraz zaman geçtiğinde kendime gülmekten başka yapacak bir şeyim de olmuyor. Çünkü o kadar uçuk ki düşündüklerim. Şu anda canımı sıkan şeylerin de böyle olmasını ummaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yok. Komik ya da değil, dramatize edilmiş ya da edilmemiş canımı sıkıyorlar işte oradalar. Bu da canımı sıkan başka bir şey zaten. Evrendeki en kötü kader benimki mi ne?

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Yazlığın Verandasında Uno Oynamak

Maaile yaz kış demeden zırt pırt oynadığımız, oynadıkça oynadığımız, oynayıp tekrar oynadığımız bir kart oyunu var ki bir sürü garip diyaloga neden oluyor aile içinde. Ve motor…

Oyunun son eli. Annem sinirden küplere binmiş çünkü diğer tüm elleri ben kazanmışım. Kağıtta öyle bir tablo var ki annem baktıkça sinirleniyor. Aklından yaptığı hesapları duyabiliyorum karşısında otururken: “Şimdi elinde dört tane 50 puanlık olsa, ben de oyunu Draw Four’la bitirsem çekse bir de dört tane. Ohh ohh. Kazanırım valla.” Kağıtlar dağıtılıyor. Bir annem bir ben bir annem bir ben. İkimizin de elinde bir kart kalmış, bakışıyoruz. Annem elindeki kartı atıyor ve son el olsa da kazanmış olmanın heyecanı var yüzünde. Ben kartımı açıyorum. “0” puan. Annemin yüz ifadesi görmeye değer.

Önceki el öyle bir sayı yemişim ki oturamıyorum yerimde. Sevgili kuzenim ve biricik annem kıs kıs gülüyorlar. Söylenip duruyorum. “Kaç yedireceğim şimdi göreceksiniz. Bana ha!” İlk kartı açıyorum. Atma sırası bende. Şimdi bilmeyenler için açıklayayım çok güzel bir kartımız var bu oyunda. “Skip” kartını attığınızda sizden sonraki oynama hakkını kaybeder ve bir sonraki oynar. Ben elimden çekiyorum söz konusu kartı, sinirle yere atarken dudaklarımdan şu cümle dökülüyor. “Skip atacam ha!” Annemin dik dik bakması kuzenim katıla katıla gülmesi garip bir ortam oluşuyor sıcak aile yuvamızda ve sonra hepimiz gülmeye başlıyoruz.

Uno oynamak deyince herkesin dağıtılırken eline gelmesini bitişte de elinde olmamasını istediği kartlardır siyahlı siyahlı Wild kartları. Çünkü eğer oyun devam ediyorsa bu kartların elinizde olması güç demektir ama biterken her ikisi de elli puan eder. El bitiyor herkes elinde kalan kartları hesaplayacak yirmi beş yaşındaki uyanık kuzenimin elinde bir Wild patlamasının dışında bir de yerden çekiyor bir Wild ve sonra “Şunu 20 yapalım ya! Hadi ya!” şeklindeki pazarlık çabası fevkalade eğlenceli.

Artık pek de yabancı olmadığınız kuzenimle oynuyoruz bu sefer karşılıklı. Kartları dağıtma sırası onda -ki bu bizim evde herkesin arkasına bakmadan kaçtığı bir şeydir. Bir deste kartı öbür desteye sokmaya çalışırken elinde dağınık kartlar yığını oluşuyor. O kartlara bakıyor. Ben kartlara bakıyorum. Sonra birbirimize bakıyoruz. Hüzünlü bir sesle mırıldanıyor. “Karıştıramadım.” Ben de aynı hüzünlü sesle cevap veriyorum. “Fark ettim.” Sonra kartları bir araya topluyor, bir güzel cebelleştikten sonra kartları dağıtıyor. Bu süre zarfında bende hiçbir yardım çabası yok.

30 Temmuz 2009 Perşembe

İhtimaller

Sabaha karşı oturmuş bilgisayarımın başına üç gün önce öğrendiğim şeyle ilgili yazıyorum. Üç gün önce öğrendiğim bir şeyle ve bunun hayatımdaki etkisiyle ilgili yazıyı şimdi yazıyorum, evet. Çünkü yeni yeni kabullendim bu durumu daha. Yeni yeni farkına vardım bunun ne demek olduğunu ve ilerleyen zamanlarda ne demek olabileceğini. Annem benim yanımdaki bilgisayarda incelerken uzunca bir listeyi ben de kendi bilgisayarımda sıradan bir günün kritiğini yapıyordum her zamanki geyik grubumla. Neden dedim, nasıl dedim bilmiyorum; ama dedim işte anneme şu adam nereye gitmiş bak diye. Eklemekten de çekinmedim hani "Bir de buraya geliyorlarmış." diye. İroni tam bu noktada baş gösterdi ve traji-komik bir hayatım olduğu gerçeği uzun zamandır saklandığı yerden çıktı. Aklımdan geçen bir şeyin olma ihtimali nedir? Peki onca il varken dünya üzerinde yüzünü bir daha hiçbir zaman görmek istemediğim tek kişinin ondan kaçmak için yerleştiğim şehire taşınma ihtimali nedir? İhtimaller uğraşılamayacak kadar kafa karıştırıcıdır. Ben size söyleyeyim. Evet olur. Olabilir. Üç sene boyunca bir adama doğduğun şehri, her tatilde nasıl da sevinçle gittiğin şehir anlatırsın. Sevdiğin bir adama... Zaman geçer durumlar değişir. Öyle bir hal almıştır ki iş artık, sen okulunun son senesinde maddi ve manevi açıdan dağılmakta olan ailene taşınma konusunda baskı yaparsın. Sırf ondan kaçmak için. Sırf artık onun yüzüne bakmaya katlanmayacağın için. Sırf adını duymak bile seni çileden çıkarmaya yettiği için. Her yaz heyecanla beklenen o liste tekrar yayınlanır, kim nereye gitmiş bakarsın ve görürsün ki artık hayatını hep hayalini kurduğun o şehirde devam ettireceksindir. 14 sene boyunca hasret duyduğun o şehirde. Bu hikayenin güzel yanı. Sonunun böyle olması gerçekten hoş olurdu. Ki olmama ihtimali aklımda bile yoktu. Evet, burada başka sorunlarla karşılaşacaktım belki ama artık o eski sorunu arkamda bırakmış olacaktım. Burada yeni hikayelere başlayacaktım ama o hikaye bitmiş olacaktı. Yorulduğum o savaş artık bitmiş olacaktı. Bu fikre kendimi o kadar alıştırdım ki. İlk birkaç ay bu fikirin verdiği rahatlıkla hiçbir şey beni rahatsız edemez oldu. Ama üç gün önce bir başka uzun liste daha yayınlandı işte. Yaşamım boyunca annemin adını arayıp bazen görmeyince rahatladığım o liste şimdi annemin adı yokken üzerinde hayatımı etkilemeye başladı. İhtimaller... Küçük bir şehir değil burası. Milyonlarca insan var bu şehirde ve söz konusu insanlar benim okuduğum benim yaşadığım yerlerde bulunacak insan tipinde sayılmazlar. Ama bundan bir sene önce o insanın bulunduğum şehire gelme ihtimali vardı. Benim ona en sevdiğim yerleri, en çok gittiğim mekanları anlattığım, onunsa pek bir alakası olmayan, hatta ailecek taşınmak istedikleri yerler listesinde bile pek bir üst sıralarda yer almayan bu şehire gelme ihtimali vardı. Küçük minicik bir ihtimal. Öyle ki ben göz ardı etmiştim. Ailem göz ardı etmişti. Hatta kendileri bile göz ardı etmişti bu ihtimali. Ben ebedi kaçışımı yaparken ebedi olduğuna yürekten inanmıştım. Hepsi ihtimallerdi ne de olsa. Her şey ihtimallerden ibaretti. Yarın uzaylılar tarafından kaçırılma ihtimalim de vardı. İhtimaller bu yüzden rahatsız etmedi beni. Şimdi herkes aynı şeyi söylüyor. Koca şehirde karşılaşma ihtimalimiz ne kadar ki? Koca şehirde aynı semtte oturma ihtimaliniz ne kadar ki? Bir adamın yeni atandığı şehirdeki eski bir çalışma arkadaşını arayıp ona şehirle ilgili bazı konuları danışma ihtimali ne kadar ki? Peki bu şehirle alakaları olmayan bu insanlarının tayinlerini buraya isteme ihtimali ne kadardı? Yüzdelerimle uğraşmayın benim. Var olan ihtimaller canımı sıkıyor ve bitmesi gereken bir hikayeye yalnızca ara verilmiş olması fikri çileden çıkartıyor insanı. Bu şehir benimdi. Benim olmalıydı. Burası benim kurtuluşumdu. Sığınağımdı. Artık kendimi güvende hissetmiyorum, evet. Onlarca katili, hırsızı, tinerciyi, tecavüzcüyü barındıran bu şehirde ben asıl şimdi kendimi güvende hissetmiyorum. Çünkü tek bir insan bazen size onlarca insandan daha fazla zarar verebilir. Ve ihtimaller can yakıcı olabilir.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Güvenmek zor bir oluşum zaten. Bir de insan güven duyduğu şeye ya da kişiye inandırırsa kendini işler işte tam da bu sırada çığrından çıkıyor galiba. İki aydır evde kapalı olmanın verdiği sıkıntı geçen Çarşamba hafiflemişti biraz. Neredeyse iki yıldır beklediğim filmin vizyona girmesiyle birlikte bir şeyler yapmaktan en çok hoşlanacağım insanları da kapıp bir hafta önceden ayırttığım biletlerle koştum şehirdeki favori sinemama. İnsanı çileden çıkaran durumların ara ara baş gösterdiği ama uzun zamandır ilk defa eğlendiğim bir gündü. Gece de bir seansa aile tayfasıyla gitmek için bilet ayırtmıştım. İşin içine anneler ya da tutarsız kuzenler girdiğinde can sıkıcı olabiliyor işler ama kalbim tek parça halinde atlattım bu badireyi de. Yine de iki gün önceki bu eğlence, iki gündür balkona bile çıkmadığım ve şu okul zartı yüzünden deli bir stres içinde olduğum gerçeğini değiştirmedi ve bugün yine bir melankoli içerisindeydim. Ta ki annem eve gelip dışarı çıkalım da senin şu mezuniyet hediyesini halledelim deyip sonra da akşama kadar uyuyana dek. Melankoli annemi saat başı uyarıp kalkmadıkça katlandı ve saat sekiz olduğunda ben annemin kafasından aşağı bir kova su dökme eğilimi gösteriyordum. O kadar ilginç ki o saate kadar içimde büyüyen 'gidelim, gezelim, para harcayalım' şevki bir anda yandı bitti kül oldu. Annem biraz "Ah nasıl uyurum, vah nasıl uyurum." diye dövündükten sonra teklifinin geçerli olduğunu söyledi; ama o anda gerçekten dünya üzerinde yapmak istediğim herhangi bir şey olduğundan emin değildim. İşte ilginç olan bu bir anda bir şey yapmak için isteğin birden kaybolabiliyor. Bir şeyin olacağına çok güvendiysen ve bu güven boşa çıkmışsan onu zaten istemiyorsun. Her neyse, sonuç olarak dışarı çıktık, annemin kredi kartının limitini zorladık ve daha bir saat önce eve döndük. Moralim düzeldi mi? Evet. Yarın bu düzgün moralden eser kalacak mı? Hayır. O zaman sonuç olarak hiçbir şey değişmedi. Üç saat için kendimi oyaladım ama hala aynı melankoli etkinliğini koruyor.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Son

Hayatta bazı şeylerin sonuna geldim sanırım. Bir süreçti bu ve bitiyor galiba; ama süreç nasıl olursa olsun, biteceğini bilsen bile doğumundan beri içindeysen onun zor oluyor terk etmesi. Terk etmesen de sen o bırakıyor bir yerden sonra zaten. İşte ben tam o çizgideyim. Şimdi bazı şeyleri terk etmeliyim. Terk etmesem bile onlar bırakacak yakın bir zamanda beni. Geçişli bir şey bu. Kendini hazır hissetmek ya da hissetmemek fark ettirmiyor. İşin aslı korkuyorum biraz da. Ama kim korkmaz ki? Bildiğim o yaşam tarzı değişiyor ve ben başka türlü yaşamayı bilmiyorum. Kaçak dövüş benim ki. Hayatım bu. Eğer biriyle bozuştuysan, bir şehir dar gelmeye başlamışsa, içinde bulunduğu düzenden sıkılmışsan sık biraz dişini tayininiz çıkacaktır birkaç aya. Gittiğine pişman olursan oradan özlediğin kişileri ararsın, yazları gidersin. Kolay. Ama artık değil. Uzun bir yol artık önümdeki. Artık kaçamayacağım ve kaçamayacaksam nasıl yaşayacağım? Kaçma şansımın olmayacağı apaçık ortada. Yine de ironik bir şey var orada. Kaçabilecek olma hissinden midir bilinmez hayatım boyunca kaçtığım tek şey kendimdim. Ondan da hiçbir zaman kaçamadım zaten. Korktuğum şey artık kaçamayacağımı bilerek yaşamanın beni zor duruma düşürme ihtimali. Kaçabilecek olma ihtimali bana savaşma güdüsünü kazandırmış  fark ettirmeden. Savaş, kaybedecek olursan kaçarsın. Buna karşı koymak zor çünkü kendimle bile bir savaş içindeyim. Bırakmam gereken şey tam olarak ne buna karar veremiyorum. Onu belirlersem ondan kaçabilecek miyim? Bu tam bir muamma. Fakat savaşmayı bırakacak gibi görünmüyorum çünkü savaşmaktan başka yaptığım bir şey yok gerçekten. İlginç ama yok. Gözlerimi kapatmalı ve düşünmeyi bırakmalıyım belki de. Bırakmam gereken bir şeyler var bundan eminim. Belki de işi oluruna bırakırım ve zamanı geldiğinde onların gitmesine izin veririm. Ama bu bile benim için bir savaş ve onların kazanmasına izin vermek acı verici. Hele de şimdi kaçamıyorken. Hayatla ilgili değil bu. Benim için ilk defa değil. Uzun zamandır ilk defa yalnızca kendimle ilgili bir şeyden bahsediyorum. Koşullarla ya da hayatın sana sunacaklarıyla hiçbir ilgisi yok. Ben, kendim, içimdeki savaş ve terk edişlerimle ilgili bu. Benimle ilgili. İşte bu yüzden  uğraşması daha zor ya.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Ter içinde kalktım bugün sabaha karşı yatağımdan, tıpkı aynı gece içinde iki defa daha olduğu gibi. Uyumak istedim tekrar ,olmadı, uyuyamadım. Evin boş koridorunda ilerledim. Uykularındaki ailemin nefesini dinledim soğuk duvarın dibine çökerken. Bir şey var beni rahatsız eden, hissettim bunu ama bir türlü hatırlayamadım ne olduğunu. Bir şey taş gibi oturmuştu göğsüme ama neydi bilemedim. Yutkundum, bir şey takıldı boğazıma. Tanıdık bir şey. Neydi o çözemedim. Bilmiyorum daha kaç dakika orada öylece beni rahatsız eden şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım. Sonra vazgeçtim kalktım yatağıma geri yattım. Tahminimce altı saat falan daha uyuduktan sonra aydınlanmış odada açtım gözlerimi. Yine içimde aynı his vardı. Bu sefer duvarın dibine falan çökmedim ama kalktım yatağımdan içeride beni bekleyen ailemin yanına gittim. Güldüm, yemek yedim, annem evden çıktı, telefonda eski bir arkadaşımla konuştum. İçimde aynı his vardı, nedeni üzerinde düşünmedim. Düşünmeye zamanım olmadı belki. Bilgisayarı açtım ne var ne yok bakayım diye. Eskiden çok sevdiğim bir diziye kaydı aklım açtım eski bölümlerini izledim. İçimdeki taşın nedenini hatırlattı sonra bana dizideki yaşlı adam. "Sevdiğine nasıl söylersin hemen aşkını eğer gerçekten seviyorsan? Acısını çekersin önce olgunlaşır o aşk içinde. Sonra belki söylersin belki kalır öyle içinde." Neden orda olduğunu hatırlayan taş sanki ağırlaştı birden, ağırlaştı da ağırlaştı. Bir şeyleri parçalamaya başlamıştı ki uzaklaştırmaya çalıştım aklımı. Başka bir yöne çektim ilgimi kapattım hemen diziyi. Facebook'umu açtım. Belki komik ilginç birkaç video eklenmiştir diye. Yalın buldu bu sefer demek istediklerimi benim adıma konuştu şarkısıyla: "Sanki bu ev benim değil. Bu nefes bana zararlı. Alışmaya çalışmak diyer bir şey yok. Alışmak zorundayım." Alışmak zorundayım, alışmak zorundayım, alışmak zorundayım. Hiçbir zaman mecburiyetlikleri kabul etmeyen ben bir istisna yaparak kabullendim bunu. Demek ki gerçekten alışmak zorundayım içimdeki bu hisse. Ama nasıl? 

12 Haziran 2009 Cuma

Veda

Eğer tıkandıysa artık, bu son görüşünse onu ve bu fikir seni çıldırtıyor olsa bile önemi yoktur dokuz ay içinde olanların. Seni görmezden gelişlerinin, arkada bırakışlarının, cevap ve selam vermeyişlerinin hatta sana gülümseyişlerinin, hatrını soruşlarının, senin için bir an olsun endişelenişlerinin bile yoktur önemi. Tek önemli olan veda anıdır. Sen içinden bir şeylerin kopup gitmesine izin verirken onun  için sıradan bir veda oluşunun bile yoktur önemi. Sen yanağına yapıştırdığın yanağın için kahrolurken, onun 'hah tamam bununla da vedalaştım' diye düşünmesinin de yoktur bir önemi. Tek önemli olan elin onun elindeyken son bir an için "Ben de seni tanıdığıma mutlu oldum ...'ciğim" demesiyle nefesinin saçlarını yalamasıdır. Dokuz ay boyunca her yerde gözlerin onu takip etmiş olsa da ona son bir bakışındır önemli olan ve gülümsemeye çalışışın ve pişman oluşun o anı birkaç saniye bile uzatmadığın için. Hıçkıra hıçkıra ağlamak isteyişişindir önemli olan ve önem nedir o an bilir misiniz? Yalnızca "o"dur ve önem, onunla ilgili en mutlu detaylara saklanmıştır. Senin dışında kimsenin hiçbir şey hissetmediği o basit küçük anlara. O'na saklanmıştır önem ve o artık yoktur. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde. Sende yoktur ya da içinde bulunduğun başka bir şeyde. Hayatından yoktur ve artık Messenger'ında adresi olan eski okulundan bir çocuktan başkası değildir. Gerçek olan budur. İçinde çok daha fazlası olsa da o bundan başkası değildir aslında ve sen de onun için bundan başkası olmayacaksındır. İçinde veyahut gerçekte. Hiçbir zaman, hiçbir yerde.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Dün Meriç'in odasının penceresinden geceyi seyrediyordum. İki buçuk saat boyunca dans etmiş olmamın verdiği acı, 14. kattan Ümitköy'ün ışıklı apartmanlarını izlemenin verdiği can sıkıntısına karıştı. Önümde yüzlerce hayat vardı. Yüzlerce insan için hayat devam ediyordu işte... Belki on yıl sonra onlardan biriyle kesişecekti yollarımız ve sonra tekrar ayrılacaktı. Bunu hiçbirimiz bilemezdik. Geleceğimi düşündüm ve hayatımı... Bundan sonraki hayatım tam da şu anda başlıyordu ama ben hiçbir şey yapamıyordum. Orada oturmuş yalnızca şehri seyrediyordum. derin bir iç çekiş aldı benliğimi ve ben suratıma koca bir gülümseme yerleştirip arkama döndüm. MSN'de biriyle yazışmakta olan bebeklik arkadaşım için, hayatın bir anlamı vardı. Okulundaki çocukların kiminle çıktığı önemliydi. Geçen günki partide hangi çocuğun onu süzdüğü önemliydi. Yaşıyordu işte, öğrendiği bazı şeylere şaşırabiliyor, gülebiliyor ve sinirlenebiliyordu. Ama tüm bu karmaşık "çıkma"lar, ayrılmalar benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Geçen gün partideki çocuğun beni süzmesi de önemli değildi. İstediği tarafa baksın, umrumda bile değildi. Anlamsız... Hayat şaşırtamıyormuş artık beni bunu farkettim. İki gün önce sürtük dediği kıza aşık olduğunu ilan eden oğlanların her geçen gün artan sayısı da şaşırtmıyordu beni. Ama Meriç orada oturup en yakın arkadaşıyla yazaışırken şaşırıyordu bunlara, kimisine seviniyor kimisine üzülüyordu. Bense orada durmuş bezgin gözlerle bakıyordum ona ve benim için hiçbir anlam ifade etmeyen tüm o yaşananlara...

1 Ocak 2009 Perşembe

Kahretsin!

Gözlerim boşluğa dalıp gidiyor. Bir yıl daha geçti. Büyük sancılar, karanlıklar ve kabuslarla dolu bir yıl daha... Tam bir yıl oldu, babam tüm eşyalarını toplayıp evden gideli... Tam bir yıl oldu eve geldiğimde annemi hıçkırıklara boğulmuş ağlarken bulduktan sonra odama kapanıp ben de hıçkırıklarla ağlamaya başlayalı, tam bir yıl oldu yüreğimde kopan fırtınaları derinlere atıp; herkese gülücükler saçarak "Önemsenecek bir şey yok, ayrılıyorlar işte!" diyeli, tam bir yıl oldu her şeyin üstüme üstüme geldiği bir zamanda onun gözlerinin içine bakıp da "Senden sonsuz kadar nefret edeceğim diyeli, tam bir yıl oldu suratımı sırama gömüp her tenefüs hıçkıra hıçkıra ağlayalı... Bir yıl sonra yine duruyorum burada böylece işte, annem, babam, evim, yaşadığım şehir, okulum, arkadaşlarım, hayatım kısacası her şey değişti. Ama ben değişmedim! Bakışlarım değişmed; hala yorgun ve güvensiz... İçimdekiler, ya içimdekiler? Onlara yeni biri daha eklendi. İşte o yenisi yazdırdı tekrar bunları bana; onun sayesinde aldım ylar sonra yine bunları kaleme, o gülümsetti beni gerçekten alar sonra ve o ağlattı beni yatağımda hıçkıra hıçkıra... Kahretsin!